17 Aralık 2014 Çarşamba

çavdar tarlasından çocuklar çıkabilir.

gördüğümüz garsonun sadece garson, market çalışanının sadece market çalışanı olduğunu varsaymak çok kolaydır. “bugün ne yemeliyim sizce?” sorusunu yönelttiğinizde garson size, salinger’in “çavdar tarlasında çocuklar” adlı romanından bir alıntı ile cevap verebilir. beraber ayaklarınız ağrıyana dek yollar yürüyüp toplu taşıma bindiğimiz adam aslında pek çok şirketin sahibidir. üzerine bakıp kılıksız olarak yüzünüzü buruşturduğunuz adam bir şirketin yönetim kurulu başkanı da olabilir. veya face de “hakkında” kısmında lise mezunu yazan bir adam biliyorumdur ki şahane bir üniversitenin kallavi mezunudur. ben bilirim ki kimseyle ilgili varsayımda bulunmamalıyım. insanlar göründüğü gibi değiller. garsona sadece “menüyü alabilir miyim?” deseydim bugünkü olağanüstü sohbet yanında bambaşka bir yaşam hikayesi dinleyemeyecektim. aslında oranın sahibi bir girişimciyi tanıyamayacaktım. insanları küçümsersem şahane hikayelerim olmaz. ‪#‎hayatanektod‬

17 Ağustos 2013 Cumartesi

yol iyidir...

uzun veya kısa yol her zaman iyidir…aylarca üzerimde biriktirdiklerimi yol ilerledikçe atıyorum…kışlık elbiselerimden sıyrılır gibi…bitiremediğim kitapları…keyif almadığım insanları…çözemediğim sorunları…içimde yer etmiş kırgınlıkları yol ilerledikçe usulca bırakıveriyorum camdan dışarı…içeri aniden bir rüzgar doluveriyor…içerideki pis hava nefis bir temiz hava ile aydınlanıveriyor aniden...ve rahatlıyorum…

küçük kasabalardan büyük şehirlere doğru yollar değişiyor...insanlar değişiyor...hikayeler değişiyor…küçük bir kasabada bir öğrencinin kot pantolonunu terziye götürmesi ve paçalarını kısalttırmak istemesi üzerine terzi amcanın kot pantolondaki diğer tüm yırtıkları “ayyy yazık parası yok herhalde” diyerek dikmesinde ki iyi niyet ve samimiyet beni gülümsetirken büyük şehre doğru yol aldıkça deniz kenarında iki yaşındaki bir çocuğun elini sahilde sürekli hiç bırakmadan tutan bir anne beni sinirlendiriyor…bir çocuk için en güvenli yer taşlıklı sahildir diye anlatmak çok zor bu anneye…
bazen herkesin düşüncesine ve yaşam şekline saygı duymak ne kadar zor geliyor…ve ne kadar sıkıcı çift var çevrede…uzaktan kısık gözlerle bile izlerken sıkılıyorum…

ve çokta çetrefil değil aslında mutluluk…öncesinde kalabalık bir aile…ve evet bütün kalabalık ve mutlu aileler birbirine benziyor…sonrasında sıyrılıp kalabalıktan biraz deniz…çokça müzik…çokça kelimeler…işte hepsi bu…

2 Şubat 2012 Perşembe

kahve içeriz yolda…hadi gidelim…

sabah erkenden çıkalım…henüz gün aydınlanmamış olsun…nereye gideceğimizi bilmeden tıkıştıralım eşyaları çantaya…ince şeyler alalım yanımıza ve bir hırka olsun yünlücesinden mutlaka…üşürüm ben biliyorsun…sıcak yere gideceğimizin düşüncesi ile motoru çalıştıralım…sonra kopan gürültü eşliğinde kikirdeyelim…herkes sıcacık yatağında belki huzurlu belki huzursuz belki derin belki de dokunsan sıçrayacak şekilde uyurken biz güne başlamış olalım…duralım nice sonra…sıcacık bir kahve alalım…kokusu içeri dolarken müziği açalım..kısık kısık önce…radyo kanallarında arama yapalım…her çıkan şarkının girişini mırıldanalım ve anısını anlatalım mutlaka anlamlı ve anlamsızca…ve en sevdiğimiz şarkıyı yakalayalım…şehrin son evleri de geride kaldığında şarkıyı söylemeye başlayalım…ve konuşmaya başlayalım anlamlı anlamsızca….dedikodu yapıp birbirimize küçük sırlarımızı verelim…acelemiz yok..istediğimiz yerde duralım…inip gerinelim…uyuşan bacaklarımızı bir öne bir arkaya savurarak açalım…sonra yeniden devam edelim yola…papuçlarımızı çıkarıp uzatalım ayaklarımızı öne…çalan müziğe tempo tutalım parmaklarımızla…gülümseyelim…kocaman gülümseyelim…

acıktık duralım…kamyoncuların durduğu yerde duralım lezzetli olduğunu düşünerek…soğuk çok soğuk olsun hava…ama biz telaşesizce sallana sallana girelim içeri…az sonra sıcağa kavuşmanın eminliği ile gülümseyelim…selam verelim herkese…ve hatta en neşelicesinden “biz geldiiikkkk” diyelim…mercimek çorbası…kuru fasülye ve pilav getirsinler...yanında birde sahanda yumurta mutlaka…ekmeğimizi bana bana yiyelim…ağzımızın kenarlarından mutluluk ve lezzet aksın…biz orada duralım öylece… güzel şeylerden bahsedelim…sonra kahve getirsinler bize…”ikramımız” desinler…köpük köpük…unutulmuş bu yol üstünde gelen kahvelerdeki şık sunuma şaşıralım…sonra bir daha şaşıralım…höpürdetelim…en neşeli kahvemiz olsun bu bizim…şehri arkamızda bırakmış olmanın huzuru ile ayaklarımızı uzatalım…sonra yeniden koyulalım yola…

her şey kendiliğinden iyi gitsin misal…meyveler alalım…sulu sulu portakallar…portakallar üzerine konuşalım sonra …ve belki değişen yaşam üzerine konuşalım…derken günün en sevdiğim saatleri gelsin…eflatun ve kızıl saatleri…en sevdiğim saatler ve renkler üzerine konuşalım..müziği açalım yeniden..şarkı söyleyelim…yorulalım neşeden…tam yorulduğumuz anda varalım varacağımız yere…çantalarımızı alsın biri…gülünce göz kenarları kırışan tombul bir adam olsun bu…komik kısa hikayeler anlatsın bize…uykumuz gelsin dinlerken… odamıza çıkarken sonra merdivenler gıcırdasın…gıcırtı sesine gene neşelenelim ve korku filmi sahnelerini anlatalım peşpeşe…ve gene uykumuz gelsin…en temiz uykumuzu uyuyalım..rüya bile görmeyecek kadar yorgun uykumuzu…uyandığımızda aydınlansın yüzümüz bembeyaz…sonra soralım "ne yapalım bugün?" düşünürken tekrar uyuyalım …

kahve içeriz yolda…hadi gidelim…





6 Aralık 2011 Salı

bu sabah dünümün aynısı değil….

rutin geçen bir iş günü öğlesinde ve ağustos sıcağında kendini otobüs terminalinde bulabiliyorsun…

plansız…

küçük bir kasabada iniyorsun…bildik miskin ve tembel bir kasaba…köyün emmileri ile sohbet edip başka bir araca atlayıp daha küçük bir kasabaya hareket ediyorsun…yol yükseliyor… ağaçlar sıklaşıyor… müziğin sesi açılıyor… gidilen yer belirsiz… güneş batmış ve hava kararmış… yol yine yükseliyor… doğanın ortasında yalnızlık keyifli…süprizin adı çakraz…!!

dar bir sokaktan geniş bir bahçeye giriyoruz…yan yana konumlanmış üçgen şeklinde barakalar var…”burası kalacağımız yer” diyor… sırıtıyorum geniş geniş… şaka yapıyorsun herhalde der gibilerinden… kocaman gülen, gülünce göz kenarları kırışan adam karşılıyor bizi… aynı kocaman gülümseme eline yansımış… öylesi kuvvetli sıkıyor elimizi… bir tarafı alabildiğine uçurum ve deniz… diğer tarafı orman… tam ikisinin ortasında ahşap bir masadayız… yerçekimine inat… balık ve şarap ve ekmek ve mum var masamızda… cips ve örtü… her şey ortak… mutfağın…tuvaletin ve hatta duşun…bir çığlık atıyorum…”hayır diyorum heidi olmak istemiyorum…kalamam burada”…yüzüme bakıyor…”şehir çok yoruyor beni…bak denize…sesi dinle…havayı çek içine…yarın yüzümün rengi değişecek” diyor…her şey terk etse bizi diye düşünüyorum…şehir terk etse…isimlerimiz terk etse…sadece  büyük şehrin yorduğu karı-koca bilse isimlerimizi… ses söze dönüşmeden karşılıklı gülümsüyoruz… şarabın yudumunu kendine alıyor sıcaklığını bana veriyor…

zaman ağırlaşsa…zaman bize bıraksa kendini…sabah olmasa…aynı masada bir papatya gibi dengeli kalsak…sen çalışsan…ben inci aral okusam….altını çizip notlar alsam…üşüsem hırkanı versen…o çok sevdiğimiz adamı dinlesek…tek derdim şarabın burukluğu olsa…kapı çalsa…dostlarımız gelse elinde hırkası ile….arada geçen zamanda ne olup bittiğini konuşmadan sohbet edebilsek…ara vermemişiz gibi…gülsen gülsen…

ve sabah oluyor…durup her köylüden domates alıyoruz…her defasında pazarlık ediyoruz neşeyle….”aaaa” diyoruz…”az evvel amcadan şu kadara aldık”…burunlarımız uzuyor karşılıklı…gülüyoruz…bir sürü domatesimiz oldu diye seviniyoruz…

beni aldığı küçük kasabaya bırakacak…yol boyu domateslerden konuşuyoruz…sanki hiç şehrime dönmeyecekmiş gibiyim…havada keyifli bir tuhaflık var…

otobüsü durduruyor…”vay be” diyorum…”tıpkı filmlerdeki gibi”... yaramazlık yapmış çocuklar gibi kahkahalanıyoruz…iniyorum havalı havalı…otobüse yürüyorum…bekleyen insanların homurtusuna inat yüzümde aynı salak gülümseme var…hayal kurmaya yönelik bir tutum içerisinde oturuyorum koltuğuma…

her şeyden bir parça toplayıp dümdüz bir çizgi çizdiğimizi düşünüyoruz…hayatımızın çizgisi o aslında…öyle sanıyoruz…ve bir sabah uyanıyorsunuz ki hiçbirşey aynı değil…

bu sabah dünümün aynısı değil….

http://www.youtube.com/watch?v=JCLWcOEwBag denizim olsun...
 

11 Ekim 2011 Salı

odamdan gökyüzü...

kokular… önemlidir kokuların bıraktığı iz…bir eve girdiğinizde sizi ilk karşılayan evin kokusudur… burnunuzdan zihninize doğru usulca sızar ve orada asılı kalır…aradan ne kadar zaman geçerse geçsin ister sık sık gittiğiniz bir ev olsun, ister 2 ayda bir veya altı ayda veya 11 yıl sonra…eşiğe adımınızı attığınız anda sizi karşılayacak kokuyu bilirsiniz…eğer sevdiğiniz ve huzur bulduğunuz bir koku ise adımınızı gülümseyerek atarsınız…yok eğer kekremsi, boğucu, bunaltıcı bir koku ise biraz buruşur yüzünüz, adımlarınız yavaşlar….daha eşiğe adım atmadan çıkma zamanını düşünürsünüz ve aslında beyninize çoktan koku alma kanallarını tıkayan mesajı göndermişsinizdir….kokunun beyninizde asılı bıraktığı tada göre ya keyifle girip uzun vakitler geçirirsiniz veya işinizi bir an önce bitirip uzaklaşmak istersiniz…

koku güvendir…ya derin derin içine çekme isteği uyandırır veya uzaklaşma…evinizin kokusu aslında sizsinizdir…eviniz sizin yaşamınız gibi kokar…insanlara sunduğunuz kokularla aslında kendinizi sunarsınız…öylesine keyifli ve huzurlu kokular sunmalısınız ki insanlar eşikten içeri istekle adım atsınlar…mutfağınız yemek kokmalı ki insanlarla büyük sofraları paylaşabilesiniz ve doyabilmelisiniz…odanız huzur ve güven kokmalı ki köşedeki koltuğunuza gömülme isteği ile adımlarınız sıklaşmalı gelirken…müzikle dolu olmalı ki eviniz gelen aynı eşikten gülümseyerek girsin ve müziğin kokusunu alabilsin…evinize gelen burnuna hangi kokuların geleceğinden emin olarak gelsin…ve odamdan gökyüzünü izlesin…

koku sizsiniz…sizin kokunuz eviniz…






13 Eylül 2011 Salı

kanada geyiğim... demlenmek ve yenilenmek için...

keyifli bir sofrada buluşulmuş…  eylül akşamında gecenin tadı çıkarılmış… bol kahkaha atılmış… bol laf konuşulmuş…  şaşırılmış…  anılar anlatılmış… ve üzerine yeni anılar eklenmiş… sonra herkes kendi yaşamına dönmüş gecede ağır ağır… ve gecenin güzelliğinin tadı çıkarılarak dilinde bir şarkı ile dönülmüş… unutulan bir zarf karşılamış kapıda… yüzünde kocaman gülümseme anında… sımsıkı kapanmış zarf… kırılmasını önleyici muhafazalı bir zarfa konulmuş…aslında çok kırılgan… özenle ama zorlayarak açılmış… kendine gelen her şeyi saklar… bunun için özenle açılması…

bazen en uzağındaki insan seni en iyi tanıyan ve en iyi anlayan oluyor… bazen de en yakınındaki aslında en uzağına düşüveriyor hızla… içinden çıkan şahane kokoş kızlar çantası ve şahane kokoş papuçlar kartı ve söz uçar yazı kalıra inandığımı bildiğinden ve kelimelerini bana ulaştırdığı için… ve bunu bildiği ve yüzümde kocaman bir gülümseme bıraktığı için ve öyle salak salak dakikalarca mutlu ettiği için…

yatağı kaldıracağım… en köşedeki üzeri çiçekli yaldızlarla kaplı turuncu kutuya uzanacağım… zarf zarf içerisinde renk renk kağıtlara yazılmış mektuplar var… biliyorum hepsini tek tek okuyacağım… bazılarını okudukça gülümseyerek hatırlayacağım…bazılarını ise tamamen unutmuşum…. şaşırma mimiklerim eşlik edecek hatırlamama… ve evet anılar biriktirmişim… saatlerce kalkmayacağım o kutunun başından bunu biliyorum… demlenmek ve yenilenmek için…

kanada geyiğime sonsuz sevgim… güven ve teşekkürlerimle:)






28 Temmuz 2011 Perşembe

ne kitapsız...ne müziksiz...nede uykusuz...

beynim her şeyi biriktiriyor farkında olmadan… zihnimin arka odaları hiçbir şeyi atmaya kıyamayan yaşlı kadınlar gibi… zaman içerisinde birer çöp eve dönüşüyor o odalar… mayıs yüzümü avuçlarımın arasına alıp düşünerek geçti… “mayıs sıkıntısı” derler ya öylesi sıkıntılıydı… haziran bitmek bilmeyen rüzgarlar ve yağmurlarla… ah dedim alıp başımı gideyim biraz… erken bir kaçış isteği nasıl karın boşluğumdan boğazıma doğru yükselen… ve aldım kendimi koluma gittim şehirden… aniden.. ince eleyip detaylandırmadan... ve hatta gogılda araştırmadan ve hatta haritadan bakmadan… nasıl bir boşvermişlik ve sakinlik çökmüş üzerime ağır geçen bir mayıstan sonra… öylesine ağırlaştırdım zamanı… ve zamanı yanıma almadan gittim aslında….
 
hiç bir şey gözüme batmadı…yatak küçükmüş… saç havlusu yokmuş… tv kumandası zor basıyormuş… balkon sürgüsü açık kalıyormuş… yan odadaki aile gürültücüymüş… saçlarım birbirine dolanmış… ne bu be sürekli neden yıkanılıyormuş… duş kum olmuş…pehhhhh…hiçbiri sinirlendirmedi beni… öylesine ve ölesiye sakinim… yanım yöremdekilerde şaşkın… tanımadığım insanlarla sohbet ediyorum…kocaman “günaydın” diyorum… çalışan hiçbir personeli atlamıyorum…mutlaka laf atıyorum…omlet yapan çocuğa laf attım…nasıl zıpır nasıl içten ve doğal…ölesiye çalışmasına rağmen gülümsemesi hiç eksilmiyor yüzünden… sosyal ve ekonomik saptamalara hiç girişmeyeceğim… girişenler girişmiş zati…

hayal kurmayı… kendi içime dönmeyi… kendimden sıkılınca başkalarını gözlemlemeyi… uyuyanları seyretmeyi… ne kadar farklı uyuma biçimleri olduğunu hayretle beynimin bir tarafına kaydetmeyi… uyumak bir tür ölüm gibi çekseydim şunların fotoğraflarını gizli gizli demeyi… öyle salak salak herkesi incelemeyi… yakalandığında utanmadan kafayı ağır ağır çevirmeyi ve hatta fütursuzca hafifçe gülümsemeyi…çekirdek çitlemeyi… şeftali yemeyi…ve yine yeniden tanımadığım insanlarla sohbet etmeyi… veda edenleri… buluşanları… ağlayanları… kaçamak yapanları bir bir tespit etmeyi ne kadar seviyorum anlatamam… ve bu tespitlerimi analizleri ile birlikte yanımda kim varsa mır mır anlatmayı… ve telaşelenmemeyi ve yetişme kaygısı olmadan yaşamayı… uyumayı… yine uyumayı ve gerinmeyi… ve elbette kumdan kaleler yapmayı şahane çocuklarla birlikte… onlara kumdan kalelerin hikayesini anlatmayı… ve hergün başka bir kumdan kale hikayesi uydurmayı… ve uyumayı…


http://www.youtube.com/watch?v=VoDxnUqToRw   deniz kokusu için bir tık...

22 Temmuz 2011 Cuma

beyler! dünyanın çatısına gidiyoruz…

EVEREST 2010
dünyanın zirvesine tırmanış...


hiçbir iş kendiliğinden olmuyor… bu gerçek anlamda hayallere tırmanış… çok farklı yaşamlardan gelen insanların tepede ortak hayalde buluşmasının uzun soluklu hikayesi…  yıllardır verilen emeğin zirvede derin bir nefes veya bir çığlıkla salıverilmesi… uzun bir tırmanışın öyküsü… dünyanın zirvesine tırmanış….

“icat çıkarma oğlum” diyen bir zihniyetin çocuklarının heyecana olan inanışı sonucu önce yaşamsal yükseliş ve sonra everestin tepesindeki  başarı…

ve hayal etmek… hiç sendelemeden…

hep sevdim böylesi başarı hikayeleri okumayı… güç verdi her zaman bana… ne zaman azıcık karamsarlığa kapılsam mutlaka diplerden yüzeye çıkan başarı hikayeleri okudum… güçlendim düşüncesel olarak…

“iş hayatımızda bir son yok… yalnızca bir yol var ve bu yolu yaşıyoruz amacımıza doğru… önemli olan yolda olmak…yoldan çıkmamak” demiş bu başarıya sponsor olan can hakan karaca…

ve yolları kesişmiş a.kadir bozkurt ile… yıllar sonra… önemli olan yolunda olmak diyerek…

dağcı olmadığı halde dağcılığı anlattı a.kadir bozkurt… çok emek sarfetti… çok heyecanlandı… çok sorular sordu… korktu… endişelendi… çok okudu… çok öğrendi… çok yazdı… cesurdu… ve kaleminin gücünü fotoğraflar ile birleştirerek bu romansı tat bırakan rehber kitabı bize sundu…

enerjini doğru kullan…zirveye tırman!

kitabı elime aldığımda yüzümde oluşan kocaman gülümsemeyi unutmayacağım…

hamuş: okurken düşündüm ki;  Şayet Mevlana’nın dediği gibi bir dağın yamacına dikilerek sesimizin yarattığı yankıları işitmeye benziyorsa bu hayattaki duruşumuz, ne kadar katı ve uzlaşmaz bir hal sergilersek o kadar katı ve uzlaşmaz cevaplar alacağız demektir…




20 Temmuz 2011 Çarşamba

iç sesim sustu...

bir sabah uyanıyorsun dününün aynısı değil… kucağına kocaman bir acı bırakılmış olarak uyanıyorsun… öyle aniden… öylesine büyük ki acı nereye koyacağını bilemiyorsun çünkü sığmıyor hiçbir yere… tutamıyorsun… izliyorsun sadece kucağına bırakılanı… kucağına bırakılan ölüm… çekip gitme… yaşamından biri haber vermeden çekip gidiyor… acının kendine has başka bir dili var… en keskin olanı bırakılıyor kucağına… “ölüm”… 

bizden uzak sanıyoruz… aniden yaklaşıveriyor oysa… sessizce… ölüme enseleniyorsun… dün sabah rutin konuşmayı yapmıştık belki ama bu sabah yok… bir daha telefon onun ismi ile çalmayacak… aslında hiçbir şey dün gibi olmayacak artık… hep bir eksiklik duygusu içine yer edecek…

zamanla acıyı kucağında tutmayı öğrenecek… ağır geldiğinde yerini değiştirip dinlendirecek kucağını… zamanla konuşmaya başlayacak acı ile… isyanı… öfkesi geçecek zamanla… yaşamın saçları kısaldı evet ama acının saçlarını taramayı öğrenecek…

başka şehrin aynı zaman diliminde sevdiğim dostum kucağına bırakılan acıyı tutmayı henüz bilemezken ben kendi şehrimde gündelik yaşama dahil olmaya çalışıyorum… bunun adı; uzaktaki çaresizlik…

içim dün gece hızla oyuldu… acıyı kucağında uzun çok uzun süre taşıyacak kadına kurulacak hiçbir cümlem yok… bu noktada artık aynı dili konuşmuyoruz… bana şimdi anlatsa bile anlamayacağım… şimdi bana anlatsın istiyorum… peki tamam kabul ama biraz zaman tanımalıyım…

iç sesimin bile sustuğu zamanı yaşıyorum… Olcay'ı tanıyan hepimizin hayatı bugün bizden çalındı… 

üzgünüm...

23 Nisan 2011 Cumartesi

imdatttttt avea!!!!!!

İletişim operatöründeki iletişimsizlik ve çözümsüzlük!

11 yıllık kendi halinde sorunsuz şahane bir Turkcell kullanıcısıydım. Fakat çok az telefonla görüşmeme rağmen gelen faturalardan hep şikayetçiydim zira çok yüklü geliyordu. Medyada diğer operatörlerin yaptığı reklamlara kanarak gidip operatör değiştirdim. 1000 dakika 29.00 TL Avea operatörüne geçtim ve uzun metrajlı çilem işte burada başlıyor.

3-4 güne kadar bana bir mesaj geleceği ve mesaj dan sonra Avea sim kartını takarak kullanabileceğim söylendi. Söylediklerini uyguladım. Telefonum kendiliğinden sürekli açılıp kapanmaya başladı. Avea müşteri hizmetlerine gittim.

(DÖ: Dilek Özdilek)

(AMT: Avea Müşteri Temsilcisi)

DÖ: Telefonum sürekli kendiliğinden açılıp kapanıyor daha önce bu sorunu yaşamıyordum.

AMT: Telefonunuz Samsung 250 Mi?

DÖ: Evet

AMT: Evet onlarda var bu sorun. Teflonunuz sim kartı kaldırmıyor. Size bilmem kaç gb lik sim kart verilmesi gerekti ama her yerde yok.

DÖ: Nasıl yani bunu biliyorsunuz ama operatör değiştirmeye gelirken telefonum nedir diye sorarak uyarmıyor musunuz?

AMT: Bu işlem yaptırdığınız yerin eksikliği. Bizde bir şey yapamıyoruz. 500’ü tuşlayıp müşteri temsilcisini arayacaksınız. Onlar sizi bilmem kaç kb olan Avea yetkili mağazasına yönlendiriyorlar.

DÖ:la havleee.

Söyledikleri yöntemleri büyük bir sabırla uyguluyorum bu arada. 500’ü tuşlayıp müşteri temsilcilerini aradım. Durumu büyük bir sakinlikle izah ettim.

AMT: Başka bir telefonda denediniz mi kapanıyor mu?

DÖ: Denemedim başka telefonum yok. Kapanmıyorsa da telefonumu mu değiştirme mi önereceksiniz?

AMT: Telefonunuz sim kartı kaldırmıyor.

DÖ: Bunu biliyorum zaten bunun için aradım sizi. Bilmem kaç KB’lık sim karta yönlendirmeniz gerekiyormuş beni.

AMT: Sim kartınızı resetleyelim hanımefendi birde öyle deneyelim.

DÖ: Anlatamıyorum galiba bu sorun zaten sürekli yaşanıyormuş şimdi Avea müşteri temsilcisi ile konuştum size yönlendirdi.

AMT: Reseteleyelim olmazsa kartı değiştiririz.

DÖ: Olmayacak bunu sizde, bende çok iyi biliyoruz.

AMT: Ben şimdi resetleyeceğim yarım saat sonra açın teliniz olmazsa yeniden arayın.

DÖ: Peki hanımefendi peki.

Ve resetledi şahane çözümcü müşteri temsilcisi. Yyarım saat sonra açılan telde elbette ki herhangi bir düzelme olmadı. Yeniden aradım 500 müşteri hizmetlerini. Derdimi en baştan anlatıyorum tabi her defasında başka biri çıktığı için tele. Ve şikayetimin kayda alındığını en geç 36 saat içerisinde bana dönüleceği söylendi. Telimi kullanmadığımı işlemi hızlandırmaları gerektiğini rica ettim. Prosedür böyle dedi ve kapattı!!!!!!

Tam 6-7 gün sonra Avea’dan bana mesaj geldi. Mesajda müşteri hizmetlerini aramam gerektiği söyleniyor. Avea beni aramıyor aramamı istiyor! Ya sabır çekerek aradım.

DÖ: Merhaba. Adım Dilek Özdilek. Sorunum vardı mesaj geldi sizi aramam istendi.

AMT: Sorununuz neydi?

DÖ: Arayınca telim çıkıyor ve adımı söylüyorum kayıtlarınızda yazmıyor mu sorunum?

AMT: Bir bakayım hanımefendi.

DÖ: Zahmet olacak size!!

AMT: Sim kartınızın değiştirilmesini istemişsiniz Vereceğim adresten yeni sim kartınız alabilirsiniz. Adres: Kazım karabekir cad. Atatürk Lisesi karşısı. Tel de veriyorum gitmeden önce mutlaka arayın. 0432.212 … …

DÖ: Pardon yanlış anlaşılma var galiba. Burası Ankara.

AMT:Bakayım. Evet Ankara doğru.

DÖ: Verdiğiniz tel kodu 432 ile başlıyor. Ankara 312 ile başlar sanırım biliyorsunuzdur iletişim sektöründe çalıştığınızdan!!!!

AMT: Başına 312 koyarak arayın o halde. (Yine şahane çözümcü temsilci!!!)

DÖ: Emin misiniz? Kod yanlış olsa bile Ankara Kazım Karabekir de teller 212 ile başlamaz. 3 ile başlar. Yıllardır Ankara da yaşayan biri olarak bunu bilirim.

AMT: Siz bir deneyin olmazsa yeniden arayın.

Ve ya sabır çekerek teli kapatıp denedim. Elbette ki meşguldü sürekli. Ve yeniden Avea’yı aradım. Çıkan temsilciye yeniden anlattım en baştan. Büyük bir sabırla hem de.

AMT: aa evet bir yanlışlık olmuş. Burası Van avea imiş. Yeniden kayda alıyorum. 36 saat içerisinde size dönülecektir.

DÖ: Benimle dalga mı geçiyorsunuz? Tam iki haftadır telefon kullanmıyorum. Bir iletişim sektörü benim iletişim hakkımı haftalardır elimden alıyor. 1000 dakika diyorsunuz. Kullanmadıktan sonra ne anlamı var? Ve kaldı ki 36 saat değil bir hafta içerisinde arıyorsunuz beni aramıyorsunuz da mesaj çekiyorsunuz ben arıyorum. Ve umarım bu görüşmelerin hepsi gerçekten kayıt ediliyordur. Lütfen şahsınıza almayın ama delirttiniz beni.

Velhasıl büyük bir sinirle kapadım teli ve kendi telimi nerdeyse hiç kullanmıyorum. Nefret ettim.

Bir hafta sonra yine aynı mesaj geldi. Sahneyi başa aldım ve yine tuşladım 500 ü. Yine en başından anlattım tane tane.

AMT: Vereceğim adresten sim kartınızı alabilirsiniz. Telde vereceğim gitmeden önce arayın teli. Adres: Kazım Karabekir cad……

DÖ: Ya siz benimle dalga mı geçiyorsunuz. Ben Ankara diyorum bu Van. İptal edin ya hattımı hakkaten iptal edin. Lanet olsun size de 1000 dakikanıza da. Umarım bu tel dinleniyordur diyeceğim ama dinleseler böyle bir şey yapmazlar!!!!!

AMT: Bir dakika bekletebilir miyim Dilek Hanım hemen kontrol ediyorum. Evet Van mış. Şimdi kayda alıyorum36 saat içerisinde size dönülecektir.

DÖ: !!!!!!!!!!!!!

Yaklaşık 3-4 gün sonrası için bana sonunda Ankara’da bir adres verdiler. Gittim. Sim kartı değiştirdim. En fazla yarım saate kadar kullanabileceğimi ve sorun yaşamayacağımı söylediler. Onlara inanmadığımı söyledim zira ertesi sabah oldu halen telefonum açılmamıştı. Açılmazsa aramamı söylemişlerdi ve aradım.

DÖ: Bir kez olsun beni şaşırtsaydınız keşke. Size inanmadığımı söylemiştim.

SONUÇ: Sim kart değişti. Telim kapanmıyor ama kimseyle konuşamıyorum zira inanılmaz bir cızırtı gidiyor karşı tarafa. Ve hiçbir yerde çekmiyor Avea. Kendi evim dahil! Eve girince dünyaya kapanıyorum. Kullanamadığım bir sürü dakikam var.

ÇÖZÜM: Bugün Turkcell e geçtim ve bildiğim tüm küfürleri Avea ya sıraladım. Avea’ya dair kurulacak tek bir cümle yok!

YEMİN: Bir daha asla AVEA!!!!!!

16 Şubat 2011 Çarşamba

çağrışım atölyesi...

çocuklar için etkinlik yapmayı seviyorum…bir elim illaki çocukların üzerinde oluyor ve olacak…

veeeeeeeeeee ilk doğum günü kartlarım…

gözüne gökyüzü kaçmış küçük adam devo ile küçük hanım kayra’nın “iyi ki doğdunnnnn” kutlama kartları… ayşe inan alican ile şuşu’nun çizgileri iki küçük çocuk için hep anımsayacakları sevimli kartlara dönüştü…veletlerin doğum gününe katılanlar iyi dileklerini devrim için kırmızı noktaları birleştirerek, kayra için ise bulutun içerisine yazarak hiç silinmeyecek kelimelerle kartlara döktü…kartlar bir anı defteri haline getirildi...



18 Ocak 2011 Salı

okurun yazarı yazarın okuru değil aslında…


insan kendisinde olmayan her şeyi garipsiyor… kendi şehrinde olmayan şeyleri garipsediği gibi…olmayanları bazen coşkuyla karşılıyor…tıpkı adana da yol kenarlarında gördüğüm portakal ağaçlarını garipseyip coşkulandığım gibi…yol boyu yeşilin içindeki turuncu portakallar tıpkı çocuk kitabı sayfaları gibiydi…

bazen şaşırtıyor şehir…bazen de gittiğim şehir "iyi ki de benim şehrime dahil değil bu" dedirtiyor…adana ya dair sevdiğim tek şey portakal ağaçlarıydı yol boyu...geri kalanı "iyi ki şehrime dahil değil" dedirten türdendi…
tüyap kitap fuarı kapsamında yedi gün kaldım adana'da… "yazar ile okur bir araya gelmeli mi?" sorusu yeniden belirdi kafamda ve yine yeniden "hayır" dedi iç sesim…çocuk yazınında çocuklar ile yazarları bir araya gelmeli…günışığı kitaplığı yazarı mine soysal ın söyleşine katıldım misal…bir grup ilköğretim öğrencisi için harika bir söyleşiydi…benim içinde öyle…"neden okuruz?" ve "neden yazarız?" sorularını çocuklara yöneltti mine soysal…nasıl dingin ve akıcı türkçe ile konuşan bir kadın…sakin sakin anlattı ve soruları ile yönlendirdi çocukları…neden okuruz'a cevap: estetik duygumuzun gelişmesi için çıktı… ve" iyi insan olmak için okuruz" dedi mine soysal…çocukların kafasında yeni soru işaretleri ve cevaplar belirdi…öğrendiler ve yönlendiler ve beslendiler… eminim pek çoğu yazar olmak hayali ile çıktı kapıdan…ve yine eminim pek çoğu çıkarken kitap almıştır…
ardından yekta kopan ve can dündar söyleşilerine katıldım…flaşların patladığı…cep telefonu kameralarının sürekli çalıştığı söyleşilerdi…insan kelimelerinin peşine takılıp serüvenlere sürüklendiği bir adamın/kadının fotoğrafını neden çekmek istesin ki? bende bunu soruyorum:)  popüler kültür hayatımızın her alanında…yazara bile ses sanatçısı muamelesi yapıyoruz… yazar okuyucusuna gizemli kalmalı diyenlerdenim ben… yazar gözlemleyerek beslenir ve gözlemlediklerinin kurgusunu oluşturur…tanınan ve gözlerin üzerinde olduğu bir yazar nasıl gözlemler ki insanları ve olayları? yekta kopan misal gizli gizli gözlemleyemez beni…hiçbir öyküsüne esin olamam onun…ondan önce ben gözlerimi diker bakarım ki ona…
kaldı ki yazarın söyleşilerinde anlattıklarını zaten yazdıklarından okuyoruz…büyülenerek çıkmadım hiçbir yazar söyleşisinden…benim yazarım ete kemiğe bürünmemeli… ben her yazısında ona farklı bir fiziksel görünüm ve kimlik biçiyorum…yazarın yaşadığı gündelik yaşamı beni hiç ilgilendirmiyor…hepimizden farklı bir şey yaşadığını düşünmüyorum…yüzüme bakıp adımı sorup sanki ben özelmişim gibi bir şeyler çiziktirip kitap imzalamasını da çok manidar bulmuyorum...hiçbir yazarın özel okuyucusu değilim…ama benim için çok özel olan yazarlar var…
mehmet eroğlu benim için çok özeldir misal…kendisini canlı gördüğümde tam bir hayal kırıklığı idi benim için…ardından bir kez kelimelerle iletişim kurmayı denedim…verdiği yanıt benim alıp pamuklara sarmalayıp yaşamımda ayrı bir yere koyduğum adam için çok uzaktı… ondan beri hiç mehmet eroğlu okumadım…
okurda şöyle bir yanılgı beliriyor; çok önemsediği bir yazarını paylaşmak istemiyor okur…her yazdığını okuyor ve yazarını eleştireni cengaver gibi savunuyor…istiyor ki yazar da okuruna öyle davransın…değil işte…sıradan bir insanız yazar için…çünkü o benim yazarım değil…pek çoklarının yazarı…sizin için çok özel olana bir şey ifade etmediğinizde uzaklık giriyor yazarınız ile aranıza…böyle düşündüğümden herhangi bir yerde sevdiğim yazarı gördüğümde kaçıyorum sırf kelimelerinden de uzaklaşmayayım diye…
e niye gidiyorum söyleşilere peki?

6 Aralık 2010 Pazartesi

17 Kasım 2010 Çarşamba

mutlu inekler...

radikal gazetesi genel yayın yönetmeni eyüp can önderliğinde "savaşma konuş" kampanyası başlattı...teröre karşı başlatılmış olan kampanyayı yakından takip ediyorum...kampanya sloganı çerçevesinde beynimin odaları aniden ardı ardına açıldı...

konuşmuyoruz...konuşursakta muhatabı ile değil gizli saklı köşelerde korkak ses tonları ile konuşuyoruz...sinsiyiz olabildiğince...sesimiz yükselmiyor hiç...

susmak aslında yok saymak...kaçmak sorundan...terörü konuşmuyoruz yok sayıyoruz çünkü insanlar ölmüyor sürekli...istanbul'un göbeğinde bomba patlıyor ertesi gün bombaya dair hiçbir iz bırakılmıyor ve kaldığımız yerden gündelik hayatımıza devam ediyoruz...çünkü bütün izler silinmiş...bir gün önceki faciayı anımsatacak herşeyi unutmayı kolay buluyoruz...izler yoksa konuşacak bişey yok...konuşacak bişey yoksa terör yok...sese dönüştürürsek kabul etmiş olacağız...

ne kadar az konuşan konuştuğunda da ne kadar anlamsız konuşan bir toplum olduğumuzun ayrımına bir kez daha vardım...saatlerce oturuyorum dostlarla... dönerken iç sesim "neler konuştunuz onca saat...neler paylaştınız" diyor....çoğunlukla anlamlı bir cevaba ulaşmıyor yine iç sesim...bunca yoğun bir gündemde ve kalabalıklaştığımızı zannederken her geçen gün eksiliyoruz susarak...

kadın hergün şiddete maruz kalıyor ama konuşmuyor...korkuyor...çünkü yok sayarsa bir daha yaşamayacak belkide...

işveren üç yıldır maaşına zam yapmamış çalışan gidip işverene "neden" diye sorup sohbet edemiyor...çünkü allaha şükür bir işi var...konuşursa ertesi gün oda olmayabilir? ama her an bulduğu her insana şirketi ve işvereni kötülüyor...fısır fısır....mide bulandırıcı ses tonları ile...

yıllara dayanan dostluk sekteye uğramış...incinen davranışlar çünkü hiç konuşulmamış...karşı tarafın anlaması beklenilmiş sessizce...ve anlaşılmamış... zaman geçmiş...dostluk eksilmiş..."bana bunu bir daha yapma" denilmemiş yok sayılmış....paylaşmanın eski hazzı kalmamış...

...gibi gibi gibi

kampanya çerçevesinde ezgi başaran ira yetkilisi garyy adams ile ropörtaj yapmış...adams: "Barış yapmak, düşman bellediğiniz tarafla iletişime girmek çok ama çok zordur." demiş...

konuşmayarak içten içe içimizde düşmanlar büyüyor ve çoğalıyorda farkında değiliz...aslında bir gün geliyor sevgilimiz, eşimiz, patronumuz, dostumuz, yan masadaki çalışma arkadaşımız düşmanımız oluveriyor...

karşı komşu geldi akşam oturmasına...angus inekleri el değmeden beslendikleri için öyle besili ve gürbüz görünüyorlamış...bizimkiler gibi şiddete maruz kalmıyorlarmış...mutlu ineklermiş yani:)

şahane bağladım yine:P

1 Ağustos 2010 Pazar

sırlar...tadında bırakmalar...mış-muş lar...

tembelim…olabildiğince…teknik işlerle uğraşmaktan oldum olası hoşlanmıyorum…bu günlüğü açarken de teknik yönlendirmeler çok bunalttı beni…sabırsızım teknolojiye karşı….bazen de çok inatçı ama çok nadir…teknik bir takım sıkıntılar oldu blogda...halada çözemedim...yazmadım...okuyorum sürekli ama yazmayı erteliyorum…oysa anlatacak o kadar çok şey oldu ki…


bir yerlere gittim geldim…10 günde bir kez topuklu papuç giydim…hiç makyaj yapmadım…saçlarımı hiç açmadım…hiç telaşelenmedim…inci aral ın safran sarı sını okudum ve beğendim…suyun tadına vardım…ayaklarımı yerden kestim…küçük bir oğlanla yüzdüm…küçük sarı balık…azıcıkta olsa balık yedim ve yine sevmedim…

ve MIŞ-MUŞ gibi yaptım…mutluy-MUŞ gibi….eğleniyor-MUŞ gibi…keyifliy-MİŞ gibi…her şey yolunday-MIŞ gibi…oysaki eksik bir şeyler vardı tanımlamaktan kaçındığım…ait olamamak hissiyatını atamadım…oraya…mekana…zamana ait değildim… gidilen yer çok güzel bir yerdi…doğası-denizi-insanları ile çok keyifli bir yer… tadında bıraktım ve döndüm…bazen ne kadar zorlaştırıyoruz tadında bırakmayı…uzatıyoruz ve sündürüyoruz ve süründürüyoruz…içi boşalıp posasını çıkartana dek…işte o zaman yeniden dönmesi çok çok çok zorlaşıyor…oysa tadında bıraktığımda yeniden her zaman dönebiliyorum…

bronz ten çok güzel…insanı güzelleştiriyor…seviyorum bende bronzu…daha sağlıklı ve dinamik bir hava veriyor…tadında bıraktığımızda güneşi tabi…çok güzelleştim…pek çok…

mühim çok mühim bir görüşme yaptım…gelecek günlerde bambaşka şeyler olabilir yaşamımda…güzel geçti…tekrarı olacak…planlı programlı değil de tepemin tası attığında harekete geçiyorum…biraz ürkütücü…biraz komik…biraz endişeli…biraz rahat…biraz güvenli…biraz şaşırtıcı…ve Ankara nın bu deli sıcağında sepserin bir görüşmeydi…

ve çok güzel bir düğüne katıldım…sevdiğim bir sürü insanla sevdiğim birini evlendirdik…hanidir rastlaşmadığım insanlarla karşılaştım…kocaman gülümsedim ve sarıldım…tüm gözeneklerimden ter fışkırana dek horon teptim…evet resmen tepindik bir sürü insanla…tanıdıklarım ve tanımadıklarımla el ele tutuştuk…hanidir böylesine eğlenmemiştim…insanın kendi kültürü ile bir araya gelmesi ne güzel…seviyorum…hep sevdim…

bir sırrı yeniden paylaştık benim için önemli olan bir insanla…her sene paylaşıyoruz…kaldığımız yerden hiç eksilmeden…ne keyifli bir şey sadece iki kişinin başka kimselerin bilmediği bir sırrı sessizce paylaşmak ve sonsuza dek sessiz kalmak….sese dönüştürmemek…güvenli bir sessizlik bu…bilmiyor-MUŞ gibi yapmak…olma-MIŞ gibi yapmak….aklından bir sürü şey geçerken gündelik sohbetler ediyor-MUŞ gibi yapmak…yok-MUŞ gibi yapmak…oysa var ve iyi ki de sırlar var…seviyorum sırlarıda…

2 Temmuz 2010 Cuma

rock...

güne perdeleri ardına kadar açtıktan sonra müzikle başlayanlardanım…benimle uyananlar bilir…öyle huysuz mendebur uyananlardan değilim…çoğunlukla da şebnem ferah la başlarım güne…bu günlüğü açarken de ilk yazımda onun şarkı sözleri vardı…çünkü önemlidir dinlediğim müzikte şarkının sözleri…o yüzden severim çok severim rock ve şebnem ferah ı…sarar sarar dinlerim…

dün gece fanta gençlik festivali kapsamında şehrime konsere geldi…fanta ile hayata diyerekten varıp gidelim dedik…önce ne giysem diye düşündüm…bir rock konserine çiçekli böcekli renkli bir elbise ile veya iş çıkışı olduğu için topuklu papuçlar bluz ve etekle gidilir mi misal…yoksa illaki siyah salkım saçak mı giyinip gidilmeli?…rock ın ruhuna yaraşır bir şekilde…saçları da özgür bırakmalı…haydi kızlar siyahları kuşanıp gidelim dediysek de öyle yapmadık…topuklular illaki vardı ama herkes ruhuna göre ögür giyinmişti...ve her çeşit insan vardı…çiçekli böcekliler…simsiyahlar… kısa etekler ve file çoraplı convers papuçlular…çok şık baylar ve bayanlar…ortak nokta; rock…

kaldırıma oturup keyifle izledim herkesi…ortak payda ortamları insanları çok çabuk iletişime itiyor...bunuda seviyorum ben...

saat 19.00 başlayacağı söylenen konser denilen saatte başlamıştı ve TNK sahnedeydi…ilk duydum ilk izledim onları…çok tatlı ve keyifliydiler…takibime aldım grubu…başarılı olacaklar hissediyorum…demedi demeyin…

ardından ceza çıktı…şebnem öncesi bizim için hakkaten tam bir cezaydı….sevmedim…hatta çok anlamsız buldum…zira bana göre müzik yok ve ne dediğini anlayabilen beri gelsin…1-2 şarkısı belki dinlenebilir ama nerdeyse 20 şarkı söyledi veya bana ölesiye uzun geldi…çöktüm kaldım zati yere…biz oturuyoruz tutuldu her yanımız ama ceza hala sahnede… C E Z A harfleri kocaman kocaman konulmuş sahneye neonlu…haydi diyorum biri C’den çeksinde götürmeye başlasın…A’da derin bir ohhh çekelim…

ve 22.15’de çıktı şebnem ferah…çok bekletti yüzlerce insanı…hemde ayakta -ki bu azaba dönüşüyor bir noktadan sonra-…çıktı ve şarkısını söylemeye başladı…her şarkı geçişlerinde en az 3 dakika bekledi…”gelmişler nasıl olsa beklerler” düşüncesi mi hakimdir? “TNK ve ceza laf aslolan benim en son çıkmalıyım ve ağırdan almalıyım” mı? “bunca insanı toplamışım nasıl olsa bir yere gitmezler bu saatten sonra” eminliği mi? zira hiçbir açıklama yapmadı oncaaa bekletmeye…

ilk çıktığından bu yana dinlerim hemde büyük bir coşku ile…ama dün uzaklaştım kendisinden…samimiyeti ve doğallığı ve şarkılarına yüklediğim anlam eksildi sanki?

ama

sahne ve sahnedeki şebnem ferah olağanüstü güzeldi…bir kadın olarak…bir rockçı olarak…bir müzisyen olarak sesi ve ekibi ve kendisi çok güzeldi…baterideki performansları amazon kadınlarını anımsattı bana…deli gibi bateri çaldı şebnem…bacakları çok güzel olan bir gitaristi vardı…salındı durdu sahnede…şebnem kendinden geçti şarkı söylerken ve dans ederken ben dimdik hiç kıpırdamadan dinledim…etkilendim…gece…müzik…sahne…ışıklar…hareket hepsi bütündü…öyle winap ı açıp dinlemek veya kulaklığı kulağa takıp dinlemekten çok öte bir şey canlı dinlemek…

ama

bekletti!!

zamanla unutup eski koşulsuz şebnem sevgime döner miyim? bilemiyorum…ayaklarımın sızısı 1-2 güne geçerde ben o kadar çabuk bekletilmeyi unutur muyum…sanmam…yarın konser verse ve gel sana kocaman koltuk ayırdım en önden uzat ayaklarını izle dese... belki derim…ve değer mi onca ayak ve bel ağrısına? ayaklarım hayır diyor –zira eve varır varmaz salamuraya yatırdım ayaklarımı- ama ruhum evet diyor istemeden de olsa…

leonard cohen geldiğinde saat 21.00'de başlayacağı duyurulmuştu konserin... 21.01 de tüm orkestra ve leonard cohen sahnede şarkı söylemeye başlamıştı…

buda böyle biline şebnem ferah!

       


















30 Haziran 2010 Çarşamba

seyirlik değil ömürlük olsun...

çok heyecanladımmmm...hatta abartmıyorum gözlerime bile inanamadım...dün akşam çıkar ayak –son günlerdeki en gözde eylemim- bloğuma bakayım dedim…sağda küçük bir kutucuk…hediye paketi gibi… evimin tüm odalarında ne var ne yok bildiğim gibi bloğumda da ne olduğunu bildiğimden hemen dikkatimi çekti…bir tane izleyicim olmuşşşşş….kalp atışlarım hızlandı…elim mause üzerinde titredi ve hatta 1-2 çabadan sonra tık’layabildim…nasıl heyecanlandım anlatamammm….kendi kendime yazıyor ve yine kendimi okuyor muşum gibi gelmişti...zira yazdıktan sonra birde dönüp dönüp okuyorum kendimi…bir post yazdığımda –sanırım bunlara post deniyor?- hemen arıyorum yakın dostlarımı…sayfama bakın sayfama bakın…ben yazdımmm ben yazdımmm diye….üstüne üstlük kapadıktan sonra teli veya msn penceresini birde okumuşlar mı diye teste tabi tutuyorum…

demek hiç tanımadığım biriside beni kelimelerimle yakalamış ve hatta izlediklerine eklemiş...yıllar önce radyo programı yapmıştım…dikmen’in en tepelerinde –keklik pınarı deniyor sanırım- çıkmaz sokaklarında her defasında kaybolduğum küçük bir gecekondudaydı…üstelik mevsim kıştı…otobüs aşağıda bırakırdı ve o yokuşlardan çamurlara bata çıka varırdım radyoya…küçücük bir sunum odası…iç kısımda kumanda odası…duvarlar silme kaset doluydu…en güzelliklerinden birisi istediğim şarkıyı çalabiliyordum…bir kitap tanıtım programıydı…”kitapkurdu”…

evet konuyu bir yere vardıracağım…şöyle ki; o küçücük odada da kendimi yapayalnız hissediyordum…sanki kimseye ulaşmıyor sesim ve kendi kendimle konuşuyor muşum gibi.... bu düşüncemi yıkmak ve birileri beni dinliyor mu emin olmak için sorular sorup kitaplar hediye etmeye başladım…ve evet birileri beni dinliyormuş…ve evet birileri beni okuyormuş…

ve hoş geldiniz Phoebe*...çok teşekkür ederimmm...hediye paketi gibi geldiniz…blog yaşantım boyunca hep en tepede kalacaksınız benim için...ilk izleyenim ilk göz ağrım olarak…

ve izleyicilerim çoğalsa bir kaynaşsam web günlükçüleriyle de–blog demeyeceğim şimdi karar verdim Türkçe kullanacağım- yakın çevremde kurtulsa benden….

28 Haziran 2010 Pazartesi

unutulmuş bir sesi duymak…


sevdiğim bir şarkıyı aniden duyduğunda yüzümde gülümseme yayılır ve mırıldanmaya başlarım…uzaklaşmak istemem oyalanırım sesin geldiği yerlerde…ta ki şarkı bitene dek…eğer arabada dinliyorsam yol bitsin istemem…uzun yolları ve yolculukları çok severim sağ koltukta veya arka koltukta…bilinen ben’in aksine araba yolculularında çok sessizimdir…hani bebekler arabaları sever ve biner binmez susarlar ya aynen öyle…iyi bir uzun yol arkadaşı değilim demem o ki…

ve telefonunda unutulmuş bir arkadaşın ismini gördüğümde de aynı gülümseme yayılır yüzüme…olabildiğince neşemle açarım telefonu tüm doğam değişiverir…bugün öyle oldu…”nebat nebattt” diye çaldı telefonum…öyle kayıt altına almışım… karadeniz ereğli’de yaşıyor…küçük olduğunu söylediği henüz görmediğim ev yemekleri sunduğu bir restoran işletiyor…çok uzun yıllar önce daha bu kadar büyümemişken bir öğleden sonrasında atlayıp otobüse gitmiştik yaşadığı yere…ertesi günde geri dönmüştük şehrimize…çok keyifli bir akşam ve geceydi…sonra hiç gitmedik ereğli’ye…köpük köpük denizini anımsıyorum en çok…birde ramazan davulcusundan istek şarkılar istediğimizi camdan ve davulcunun da çaldığını…

insan yaşamındaki arkadaşlarını unutabilir mi? evet unutabiliyor bazen ama yeniden hatırlamak üzere…ve unutmuşum ben ereğli’yi ve nebat’ı…hatırlattı ne güzel ki…ve ne güzelmiş yeniden hatırlamak...

resimlerini gönder restoranının dedim…tez elden geleceğim dedim…gideceğim ne zaman olur bilmem..keyifli bir yemek ve ardından bir kahve…ve mutfağa dalmak ve gelen konuklarla ilgilenmek…onlarla lak lak yapmak…

bir ereğli planı yapılaaaa yaz bitmedennn….

23 Haziran 2010 Çarşamba

ve pencere kapandı....


"bazen kalkıp gitmek iyidir" demiş turgut uyar...her ölüm erkendir'e inat...ve gitti... giderkende penceresini kapattı sıkı sıkıya...yıllardır o pencereden güneş girdi...rüzgar girdi..soğuk girdi...mevsimleri değişti dönüştü yenilendi yinelendi gündem...geçmiş...gelecek...şimdiye dair yorumları yansıdı... sessizce kapadı penceresini...

bugün düzenli takip ettiğim köşeleri tutmuş yazarlara baktım...sadece ertuğrul özkök köşesinde ilhan selçuk'dan bahsetmiş...gündem mi her zamanki gibi karışık ve hareketli yoksa köşeler mi duyarsızlaşmış bilemedim... gidenlerin ardından taziye cümleleri kuramam hep zorlanırım...hatta kaçarım köşe bucak ortamlardan...kaybolurum sonrasında utanarak çıkarım yine ortalığa...O'nun kelimeleri sonsuza dek sussada ardından söylenecek çok şey var elbette...yinede köşelerimin yazarları lal olmuş...

düşündüklerinden ve yazdıklarından ödün vermemenin simgelerinden birisiydi benim için...teker teker gidiyorlar...ne kaldı ki geriye onlardan? üzgünüm...

21 Haziran 2010 Pazartesi

ve ben geldimmmm....

"sil baştan" ile güne başlıyorum her gün... ve bağıra bağıra söyleyerekten... keza yine öyle başladım ve ertelediklerimi ertlemedim artık bende "varım" dedim....

ve ben geldimmmmm....