6 Aralık 2010 Pazartesi

17 Kasım 2010 Çarşamba

mutlu inekler...

radikal gazetesi genel yayın yönetmeni eyüp can önderliğinde "savaşma konuş" kampanyası başlattı...teröre karşı başlatılmış olan kampanyayı yakından takip ediyorum...kampanya sloganı çerçevesinde beynimin odaları aniden ardı ardına açıldı...

konuşmuyoruz...konuşursakta muhatabı ile değil gizli saklı köşelerde korkak ses tonları ile konuşuyoruz...sinsiyiz olabildiğince...sesimiz yükselmiyor hiç...

susmak aslında yok saymak...kaçmak sorundan...terörü konuşmuyoruz yok sayıyoruz çünkü insanlar ölmüyor sürekli...istanbul'un göbeğinde bomba patlıyor ertesi gün bombaya dair hiçbir iz bırakılmıyor ve kaldığımız yerden gündelik hayatımıza devam ediyoruz...çünkü bütün izler silinmiş...bir gün önceki faciayı anımsatacak herşeyi unutmayı kolay buluyoruz...izler yoksa konuşacak bişey yok...konuşacak bişey yoksa terör yok...sese dönüştürürsek kabul etmiş olacağız...

ne kadar az konuşan konuştuğunda da ne kadar anlamsız konuşan bir toplum olduğumuzun ayrımına bir kez daha vardım...saatlerce oturuyorum dostlarla... dönerken iç sesim "neler konuştunuz onca saat...neler paylaştınız" diyor....çoğunlukla anlamlı bir cevaba ulaşmıyor yine iç sesim...bunca yoğun bir gündemde ve kalabalıklaştığımızı zannederken her geçen gün eksiliyoruz susarak...

kadın hergün şiddete maruz kalıyor ama konuşmuyor...korkuyor...çünkü yok sayarsa bir daha yaşamayacak belkide...

işveren üç yıldır maaşına zam yapmamış çalışan gidip işverene "neden" diye sorup sohbet edemiyor...çünkü allaha şükür bir işi var...konuşursa ertesi gün oda olmayabilir? ama her an bulduğu her insana şirketi ve işvereni kötülüyor...fısır fısır....mide bulandırıcı ses tonları ile...

yıllara dayanan dostluk sekteye uğramış...incinen davranışlar çünkü hiç konuşulmamış...karşı tarafın anlaması beklenilmiş sessizce...ve anlaşılmamış... zaman geçmiş...dostluk eksilmiş..."bana bunu bir daha yapma" denilmemiş yok sayılmış....paylaşmanın eski hazzı kalmamış...

...gibi gibi gibi

kampanya çerçevesinde ezgi başaran ira yetkilisi garyy adams ile ropörtaj yapmış...adams: "Barış yapmak, düşman bellediğiniz tarafla iletişime girmek çok ama çok zordur." demiş...

konuşmayarak içten içe içimizde düşmanlar büyüyor ve çoğalıyorda farkında değiliz...aslında bir gün geliyor sevgilimiz, eşimiz, patronumuz, dostumuz, yan masadaki çalışma arkadaşımız düşmanımız oluveriyor...

karşı komşu geldi akşam oturmasına...angus inekleri el değmeden beslendikleri için öyle besili ve gürbüz görünüyorlamış...bizimkiler gibi şiddete maruz kalmıyorlarmış...mutlu ineklermiş yani:)

şahane bağladım yine:P

1 Ağustos 2010 Pazar

sırlar...tadında bırakmalar...mış-muş lar...

tembelim…olabildiğince…teknik işlerle uğraşmaktan oldum olası hoşlanmıyorum…bu günlüğü açarken de teknik yönlendirmeler çok bunalttı beni…sabırsızım teknolojiye karşı….bazen de çok inatçı ama çok nadir…teknik bir takım sıkıntılar oldu blogda...halada çözemedim...yazmadım...okuyorum sürekli ama yazmayı erteliyorum…oysa anlatacak o kadar çok şey oldu ki…


bir yerlere gittim geldim…10 günde bir kez topuklu papuç giydim…hiç makyaj yapmadım…saçlarımı hiç açmadım…hiç telaşelenmedim…inci aral ın safran sarı sını okudum ve beğendim…suyun tadına vardım…ayaklarımı yerden kestim…küçük bir oğlanla yüzdüm…küçük sarı balık…azıcıkta olsa balık yedim ve yine sevmedim…

ve MIŞ-MUŞ gibi yaptım…mutluy-MUŞ gibi….eğleniyor-MUŞ gibi…keyifliy-MİŞ gibi…her şey yolunday-MIŞ gibi…oysaki eksik bir şeyler vardı tanımlamaktan kaçındığım…ait olamamak hissiyatını atamadım…oraya…mekana…zamana ait değildim… gidilen yer çok güzel bir yerdi…doğası-denizi-insanları ile çok keyifli bir yer… tadında bıraktım ve döndüm…bazen ne kadar zorlaştırıyoruz tadında bırakmayı…uzatıyoruz ve sündürüyoruz ve süründürüyoruz…içi boşalıp posasını çıkartana dek…işte o zaman yeniden dönmesi çok çok çok zorlaşıyor…oysa tadında bıraktığımda yeniden her zaman dönebiliyorum…

bronz ten çok güzel…insanı güzelleştiriyor…seviyorum bende bronzu…daha sağlıklı ve dinamik bir hava veriyor…tadında bıraktığımızda güneşi tabi…çok güzelleştim…pek çok…

mühim çok mühim bir görüşme yaptım…gelecek günlerde bambaşka şeyler olabilir yaşamımda…güzel geçti…tekrarı olacak…planlı programlı değil de tepemin tası attığında harekete geçiyorum…biraz ürkütücü…biraz komik…biraz endişeli…biraz rahat…biraz güvenli…biraz şaşırtıcı…ve Ankara nın bu deli sıcağında sepserin bir görüşmeydi…

ve çok güzel bir düğüne katıldım…sevdiğim bir sürü insanla sevdiğim birini evlendirdik…hanidir rastlaşmadığım insanlarla karşılaştım…kocaman gülümsedim ve sarıldım…tüm gözeneklerimden ter fışkırana dek horon teptim…evet resmen tepindik bir sürü insanla…tanıdıklarım ve tanımadıklarımla el ele tutuştuk…hanidir böylesine eğlenmemiştim…insanın kendi kültürü ile bir araya gelmesi ne güzel…seviyorum…hep sevdim…

bir sırrı yeniden paylaştık benim için önemli olan bir insanla…her sene paylaşıyoruz…kaldığımız yerden hiç eksilmeden…ne keyifli bir şey sadece iki kişinin başka kimselerin bilmediği bir sırrı sessizce paylaşmak ve sonsuza dek sessiz kalmak….sese dönüştürmemek…güvenli bir sessizlik bu…bilmiyor-MUŞ gibi yapmak…olma-MIŞ gibi yapmak….aklından bir sürü şey geçerken gündelik sohbetler ediyor-MUŞ gibi yapmak…yok-MUŞ gibi yapmak…oysa var ve iyi ki de sırlar var…seviyorum sırlarıda…

2 Temmuz 2010 Cuma

rock...

güne perdeleri ardına kadar açtıktan sonra müzikle başlayanlardanım…benimle uyananlar bilir…öyle huysuz mendebur uyananlardan değilim…çoğunlukla da şebnem ferah la başlarım güne…bu günlüğü açarken de ilk yazımda onun şarkı sözleri vardı…çünkü önemlidir dinlediğim müzikte şarkının sözleri…o yüzden severim çok severim rock ve şebnem ferah ı…sarar sarar dinlerim…

dün gece fanta gençlik festivali kapsamında şehrime konsere geldi…fanta ile hayata diyerekten varıp gidelim dedik…önce ne giysem diye düşündüm…bir rock konserine çiçekli böcekli renkli bir elbise ile veya iş çıkışı olduğu için topuklu papuçlar bluz ve etekle gidilir mi misal…yoksa illaki siyah salkım saçak mı giyinip gidilmeli?…rock ın ruhuna yaraşır bir şekilde…saçları da özgür bırakmalı…haydi kızlar siyahları kuşanıp gidelim dediysek de öyle yapmadık…topuklular illaki vardı ama herkes ruhuna göre ögür giyinmişti...ve her çeşit insan vardı…çiçekli böcekliler…simsiyahlar… kısa etekler ve file çoraplı convers papuçlular…çok şık baylar ve bayanlar…ortak nokta; rock…

kaldırıma oturup keyifle izledim herkesi…ortak payda ortamları insanları çok çabuk iletişime itiyor...bunuda seviyorum ben...

saat 19.00 başlayacağı söylenen konser denilen saatte başlamıştı ve TNK sahnedeydi…ilk duydum ilk izledim onları…çok tatlı ve keyifliydiler…takibime aldım grubu…başarılı olacaklar hissediyorum…demedi demeyin…

ardından ceza çıktı…şebnem öncesi bizim için hakkaten tam bir cezaydı….sevmedim…hatta çok anlamsız buldum…zira bana göre müzik yok ve ne dediğini anlayabilen beri gelsin…1-2 şarkısı belki dinlenebilir ama nerdeyse 20 şarkı söyledi veya bana ölesiye uzun geldi…çöktüm kaldım zati yere…biz oturuyoruz tutuldu her yanımız ama ceza hala sahnede… C E Z A harfleri kocaman kocaman konulmuş sahneye neonlu…haydi diyorum biri C’den çeksinde götürmeye başlasın…A’da derin bir ohhh çekelim…

ve 22.15’de çıktı şebnem ferah…çok bekletti yüzlerce insanı…hemde ayakta -ki bu azaba dönüşüyor bir noktadan sonra-…çıktı ve şarkısını söylemeye başladı…her şarkı geçişlerinde en az 3 dakika bekledi…”gelmişler nasıl olsa beklerler” düşüncesi mi hakimdir? “TNK ve ceza laf aslolan benim en son çıkmalıyım ve ağırdan almalıyım” mı? “bunca insanı toplamışım nasıl olsa bir yere gitmezler bu saatten sonra” eminliği mi? zira hiçbir açıklama yapmadı oncaaa bekletmeye…

ilk çıktığından bu yana dinlerim hemde büyük bir coşku ile…ama dün uzaklaştım kendisinden…samimiyeti ve doğallığı ve şarkılarına yüklediğim anlam eksildi sanki?

ama

sahne ve sahnedeki şebnem ferah olağanüstü güzeldi…bir kadın olarak…bir rockçı olarak…bir müzisyen olarak sesi ve ekibi ve kendisi çok güzeldi…baterideki performansları amazon kadınlarını anımsattı bana…deli gibi bateri çaldı şebnem…bacakları çok güzel olan bir gitaristi vardı…salındı durdu sahnede…şebnem kendinden geçti şarkı söylerken ve dans ederken ben dimdik hiç kıpırdamadan dinledim…etkilendim…gece…müzik…sahne…ışıklar…hareket hepsi bütündü…öyle winap ı açıp dinlemek veya kulaklığı kulağa takıp dinlemekten çok öte bir şey canlı dinlemek…

ama

bekletti!!

zamanla unutup eski koşulsuz şebnem sevgime döner miyim? bilemiyorum…ayaklarımın sızısı 1-2 güne geçerde ben o kadar çabuk bekletilmeyi unutur muyum…sanmam…yarın konser verse ve gel sana kocaman koltuk ayırdım en önden uzat ayaklarını izle dese... belki derim…ve değer mi onca ayak ve bel ağrısına? ayaklarım hayır diyor –zira eve varır varmaz salamuraya yatırdım ayaklarımı- ama ruhum evet diyor istemeden de olsa…

leonard cohen geldiğinde saat 21.00'de başlayacağı duyurulmuştu konserin... 21.01 de tüm orkestra ve leonard cohen sahnede şarkı söylemeye başlamıştı…

buda böyle biline şebnem ferah!

       


















30 Haziran 2010 Çarşamba

seyirlik değil ömürlük olsun...

çok heyecanladımmmm...hatta abartmıyorum gözlerime bile inanamadım...dün akşam çıkar ayak –son günlerdeki en gözde eylemim- bloğuma bakayım dedim…sağda küçük bir kutucuk…hediye paketi gibi… evimin tüm odalarında ne var ne yok bildiğim gibi bloğumda da ne olduğunu bildiğimden hemen dikkatimi çekti…bir tane izleyicim olmuşşşşş….kalp atışlarım hızlandı…elim mause üzerinde titredi ve hatta 1-2 çabadan sonra tık’layabildim…nasıl heyecanlandım anlatamammm….kendi kendime yazıyor ve yine kendimi okuyor muşum gibi gelmişti...zira yazdıktan sonra birde dönüp dönüp okuyorum kendimi…bir post yazdığımda –sanırım bunlara post deniyor?- hemen arıyorum yakın dostlarımı…sayfama bakın sayfama bakın…ben yazdımmm ben yazdımmm diye….üstüne üstlük kapadıktan sonra teli veya msn penceresini birde okumuşlar mı diye teste tabi tutuyorum…

demek hiç tanımadığım biriside beni kelimelerimle yakalamış ve hatta izlediklerine eklemiş...yıllar önce radyo programı yapmıştım…dikmen’in en tepelerinde –keklik pınarı deniyor sanırım- çıkmaz sokaklarında her defasında kaybolduğum küçük bir gecekondudaydı…üstelik mevsim kıştı…otobüs aşağıda bırakırdı ve o yokuşlardan çamurlara bata çıka varırdım radyoya…küçücük bir sunum odası…iç kısımda kumanda odası…duvarlar silme kaset doluydu…en güzelliklerinden birisi istediğim şarkıyı çalabiliyordum…bir kitap tanıtım programıydı…”kitapkurdu”…

evet konuyu bir yere vardıracağım…şöyle ki; o küçücük odada da kendimi yapayalnız hissediyordum…sanki kimseye ulaşmıyor sesim ve kendi kendimle konuşuyor muşum gibi.... bu düşüncemi yıkmak ve birileri beni dinliyor mu emin olmak için sorular sorup kitaplar hediye etmeye başladım…ve evet birileri beni dinliyormuş…ve evet birileri beni okuyormuş…

ve hoş geldiniz Phoebe*...çok teşekkür ederimmm...hediye paketi gibi geldiniz…blog yaşantım boyunca hep en tepede kalacaksınız benim için...ilk izleyenim ilk göz ağrım olarak…

ve izleyicilerim çoğalsa bir kaynaşsam web günlükçüleriyle de–blog demeyeceğim şimdi karar verdim Türkçe kullanacağım- yakın çevremde kurtulsa benden….

28 Haziran 2010 Pazartesi

unutulmuş bir sesi duymak…


sevdiğim bir şarkıyı aniden duyduğunda yüzümde gülümseme yayılır ve mırıldanmaya başlarım…uzaklaşmak istemem oyalanırım sesin geldiği yerlerde…ta ki şarkı bitene dek…eğer arabada dinliyorsam yol bitsin istemem…uzun yolları ve yolculukları çok severim sağ koltukta veya arka koltukta…bilinen ben’in aksine araba yolculularında çok sessizimdir…hani bebekler arabaları sever ve biner binmez susarlar ya aynen öyle…iyi bir uzun yol arkadaşı değilim demem o ki…

ve telefonunda unutulmuş bir arkadaşın ismini gördüğümde de aynı gülümseme yayılır yüzüme…olabildiğince neşemle açarım telefonu tüm doğam değişiverir…bugün öyle oldu…”nebat nebattt” diye çaldı telefonum…öyle kayıt altına almışım… karadeniz ereğli’de yaşıyor…küçük olduğunu söylediği henüz görmediğim ev yemekleri sunduğu bir restoran işletiyor…çok uzun yıllar önce daha bu kadar büyümemişken bir öğleden sonrasında atlayıp otobüse gitmiştik yaşadığı yere…ertesi günde geri dönmüştük şehrimize…çok keyifli bir akşam ve geceydi…sonra hiç gitmedik ereğli’ye…köpük köpük denizini anımsıyorum en çok…birde ramazan davulcusundan istek şarkılar istediğimizi camdan ve davulcunun da çaldığını…

insan yaşamındaki arkadaşlarını unutabilir mi? evet unutabiliyor bazen ama yeniden hatırlamak üzere…ve unutmuşum ben ereğli’yi ve nebat’ı…hatırlattı ne güzel ki…ve ne güzelmiş yeniden hatırlamak...

resimlerini gönder restoranının dedim…tez elden geleceğim dedim…gideceğim ne zaman olur bilmem..keyifli bir yemek ve ardından bir kahve…ve mutfağa dalmak ve gelen konuklarla ilgilenmek…onlarla lak lak yapmak…

bir ereğli planı yapılaaaa yaz bitmedennn….

23 Haziran 2010 Çarşamba

ve pencere kapandı....


"bazen kalkıp gitmek iyidir" demiş turgut uyar...her ölüm erkendir'e inat...ve gitti... giderkende penceresini kapattı sıkı sıkıya...yıllardır o pencereden güneş girdi...rüzgar girdi..soğuk girdi...mevsimleri değişti dönüştü yenilendi yinelendi gündem...geçmiş...gelecek...şimdiye dair yorumları yansıdı... sessizce kapadı penceresini...

bugün düzenli takip ettiğim köşeleri tutmuş yazarlara baktım...sadece ertuğrul özkök köşesinde ilhan selçuk'dan bahsetmiş...gündem mi her zamanki gibi karışık ve hareketli yoksa köşeler mi duyarsızlaşmış bilemedim... gidenlerin ardından taziye cümleleri kuramam hep zorlanırım...hatta kaçarım köşe bucak ortamlardan...kaybolurum sonrasında utanarak çıkarım yine ortalığa...O'nun kelimeleri sonsuza dek sussada ardından söylenecek çok şey var elbette...yinede köşelerimin yazarları lal olmuş...

düşündüklerinden ve yazdıklarından ödün vermemenin simgelerinden birisiydi benim için...teker teker gidiyorlar...ne kaldı ki geriye onlardan? üzgünüm...

21 Haziran 2010 Pazartesi

ve ben geldimmmm....

"sil baştan" ile güne başlıyorum her gün... ve bağıra bağıra söyleyerekten... keza yine öyle başladım ve ertelediklerimi ertlemedim artık bende "varım" dedim....

ve ben geldimmmmm....