28 Temmuz 2011 Perşembe

ne kitapsız...ne müziksiz...nede uykusuz...

beynim her şeyi biriktiriyor farkında olmadan… zihnimin arka odaları hiçbir şeyi atmaya kıyamayan yaşlı kadınlar gibi… zaman içerisinde birer çöp eve dönüşüyor o odalar… mayıs yüzümü avuçlarımın arasına alıp düşünerek geçti… “mayıs sıkıntısı” derler ya öylesi sıkıntılıydı… haziran bitmek bilmeyen rüzgarlar ve yağmurlarla… ah dedim alıp başımı gideyim biraz… erken bir kaçış isteği nasıl karın boşluğumdan boğazıma doğru yükselen… ve aldım kendimi koluma gittim şehirden… aniden.. ince eleyip detaylandırmadan... ve hatta gogılda araştırmadan ve hatta haritadan bakmadan… nasıl bir boşvermişlik ve sakinlik çökmüş üzerime ağır geçen bir mayıstan sonra… öylesine ağırlaştırdım zamanı… ve zamanı yanıma almadan gittim aslında….
 
hiç bir şey gözüme batmadı…yatak küçükmüş… saç havlusu yokmuş… tv kumandası zor basıyormuş… balkon sürgüsü açık kalıyormuş… yan odadaki aile gürültücüymüş… saçlarım birbirine dolanmış… ne bu be sürekli neden yıkanılıyormuş… duş kum olmuş…pehhhhh…hiçbiri sinirlendirmedi beni… öylesine ve ölesiye sakinim… yanım yöremdekilerde şaşkın… tanımadığım insanlarla sohbet ediyorum…kocaman “günaydın” diyorum… çalışan hiçbir personeli atlamıyorum…mutlaka laf atıyorum…omlet yapan çocuğa laf attım…nasıl zıpır nasıl içten ve doğal…ölesiye çalışmasına rağmen gülümsemesi hiç eksilmiyor yüzünden… sosyal ve ekonomik saptamalara hiç girişmeyeceğim… girişenler girişmiş zati…

hayal kurmayı… kendi içime dönmeyi… kendimden sıkılınca başkalarını gözlemlemeyi… uyuyanları seyretmeyi… ne kadar farklı uyuma biçimleri olduğunu hayretle beynimin bir tarafına kaydetmeyi… uyumak bir tür ölüm gibi çekseydim şunların fotoğraflarını gizli gizli demeyi… öyle salak salak herkesi incelemeyi… yakalandığında utanmadan kafayı ağır ağır çevirmeyi ve hatta fütursuzca hafifçe gülümsemeyi…çekirdek çitlemeyi… şeftali yemeyi…ve yine yeniden tanımadığım insanlarla sohbet etmeyi… veda edenleri… buluşanları… ağlayanları… kaçamak yapanları bir bir tespit etmeyi ne kadar seviyorum anlatamam… ve bu tespitlerimi analizleri ile birlikte yanımda kim varsa mır mır anlatmayı… ve telaşelenmemeyi ve yetişme kaygısı olmadan yaşamayı… uyumayı… yine uyumayı ve gerinmeyi… ve elbette kumdan kaleler yapmayı şahane çocuklarla birlikte… onlara kumdan kalelerin hikayesini anlatmayı… ve hergün başka bir kumdan kale hikayesi uydurmayı… ve uyumayı…


http://www.youtube.com/watch?v=VoDxnUqToRw   deniz kokusu için bir tık...

22 Temmuz 2011 Cuma

beyler! dünyanın çatısına gidiyoruz…

EVEREST 2010
dünyanın zirvesine tırmanış...


hiçbir iş kendiliğinden olmuyor… bu gerçek anlamda hayallere tırmanış… çok farklı yaşamlardan gelen insanların tepede ortak hayalde buluşmasının uzun soluklu hikayesi…  yıllardır verilen emeğin zirvede derin bir nefes veya bir çığlıkla salıverilmesi… uzun bir tırmanışın öyküsü… dünyanın zirvesine tırmanış….

“icat çıkarma oğlum” diyen bir zihniyetin çocuklarının heyecana olan inanışı sonucu önce yaşamsal yükseliş ve sonra everestin tepesindeki  başarı…

ve hayal etmek… hiç sendelemeden…

hep sevdim böylesi başarı hikayeleri okumayı… güç verdi her zaman bana… ne zaman azıcık karamsarlığa kapılsam mutlaka diplerden yüzeye çıkan başarı hikayeleri okudum… güçlendim düşüncesel olarak…

“iş hayatımızda bir son yok… yalnızca bir yol var ve bu yolu yaşıyoruz amacımıza doğru… önemli olan yolda olmak…yoldan çıkmamak” demiş bu başarıya sponsor olan can hakan karaca…

ve yolları kesişmiş a.kadir bozkurt ile… yıllar sonra… önemli olan yolunda olmak diyerek…

dağcı olmadığı halde dağcılığı anlattı a.kadir bozkurt… çok emek sarfetti… çok heyecanlandı… çok sorular sordu… korktu… endişelendi… çok okudu… çok öğrendi… çok yazdı… cesurdu… ve kaleminin gücünü fotoğraflar ile birleştirerek bu romansı tat bırakan rehber kitabı bize sundu…

enerjini doğru kullan…zirveye tırman!

kitabı elime aldığımda yüzümde oluşan kocaman gülümsemeyi unutmayacağım…

hamuş: okurken düşündüm ki;  Şayet Mevlana’nın dediği gibi bir dağın yamacına dikilerek sesimizin yarattığı yankıları işitmeye benziyorsa bu hayattaki duruşumuz, ne kadar katı ve uzlaşmaz bir hal sergilersek o kadar katı ve uzlaşmaz cevaplar alacağız demektir…




20 Temmuz 2011 Çarşamba

iç sesim sustu...

bir sabah uyanıyorsun dününün aynısı değil… kucağına kocaman bir acı bırakılmış olarak uyanıyorsun… öyle aniden… öylesine büyük ki acı nereye koyacağını bilemiyorsun çünkü sığmıyor hiçbir yere… tutamıyorsun… izliyorsun sadece kucağına bırakılanı… kucağına bırakılan ölüm… çekip gitme… yaşamından biri haber vermeden çekip gidiyor… acının kendine has başka bir dili var… en keskin olanı bırakılıyor kucağına… “ölüm”… 

bizden uzak sanıyoruz… aniden yaklaşıveriyor oysa… sessizce… ölüme enseleniyorsun… dün sabah rutin konuşmayı yapmıştık belki ama bu sabah yok… bir daha telefon onun ismi ile çalmayacak… aslında hiçbir şey dün gibi olmayacak artık… hep bir eksiklik duygusu içine yer edecek…

zamanla acıyı kucağında tutmayı öğrenecek… ağır geldiğinde yerini değiştirip dinlendirecek kucağını… zamanla konuşmaya başlayacak acı ile… isyanı… öfkesi geçecek zamanla… yaşamın saçları kısaldı evet ama acının saçlarını taramayı öğrenecek…

başka şehrin aynı zaman diliminde sevdiğim dostum kucağına bırakılan acıyı tutmayı henüz bilemezken ben kendi şehrimde gündelik yaşama dahil olmaya çalışıyorum… bunun adı; uzaktaki çaresizlik…

içim dün gece hızla oyuldu… acıyı kucağında uzun çok uzun süre taşıyacak kadına kurulacak hiçbir cümlem yok… bu noktada artık aynı dili konuşmuyoruz… bana şimdi anlatsa bile anlamayacağım… şimdi bana anlatsın istiyorum… peki tamam kabul ama biraz zaman tanımalıyım…

iç sesimin bile sustuğu zamanı yaşıyorum… Olcay'ı tanıyan hepimizin hayatı bugün bizden çalındı… 

üzgünüm...